Bilinmelidir ki Meydan (Cem) evinde aranan bir başka hâl ise âşk’tır. Bu doğrultuda musukî eşliğinde âşk hâli aranır ve gönüllerden o âşkın taşması sağlanır. Bir insan yani kul, akıl yoluyla öğrendiği bilgileri, Rabbini tespih ve zikir suretiyle kendisine mal eder, kalbine indirir. Kalbe inen bilgi, Hakkʼın tecellisi sayesinde hâlʼe döner. Hâl ise vecd ve âşka çevrilir. İşte kul, bu vecd ve âşk hâlindeyken, güzel bir ses veya musikî (müzik/ezgi) duyunca coşarak semâh yapmaya başlar. Semâh, kulun manevi mesafeleri daha kısa zamanda kat etmesini, ilerlemesini sağlar. Bu manevi yolculukta evvela ego (nefs) dizginlenir ve kul kendi aslını, özünü tanımaya başlar. Daha sonra kâinatı yoktan var eden Rabbinin kudretini müşahede ederek hayranlık safhasına geçer. Âşk yolunda ilerleyenler, o ilahî nura yaklaştıkça varlık gölgelerinin küçüldüğünü müşahede ederler. Nihayet o nura ulaştıklarında benliklerinden tamamen azade olarak, o nurla var olurlar. Bu nura ulaşanlar ilahî âşk ateşinde yanarak, varlık iddiasından vaz geçer; böylece Yunus’un tabiriyle “Canlar canını bulur”. Bu hâl, tıpkı kelebeğin kendini ateşe atarak, onda yok olması; yâni ışığa çevrilmesi, ışık olarak varlık bulmasına benzer. Bu olgunluğa ulaşan kul, Allah’ı tespih ederek, muayyen bir ritimde dönen canlı cansız bütün varlıkları müşahede eder ve onlarla beraber dönmeye devam eder. İşte Meydan’da dönen canların pervâne oluşu bu hâlin beyatıdır ve semâhların gerçek manası bu hâle bürünenlerin sezişlerinde gizlidir.
***
Elbette ki semâhların tasavvufi boyutuna dair uzun uzadıya başka izahlar yapmak da mümkündür. Ancak bir toplumun inanç olarak gördüğü semâhların günümüz dünyasında, ibadet dışı bir davranış olarak görülmesi, Alevi toplumunu derinden incitmektedir. Bunu ister bilinçsiz Alevi kesimi yapsın isterse toplumun başka kesimleri, netice hiç değişmiyor; yaralanıyor ve inciniyoruz.
***
Türkü kafelerde, rakı sofralarının yanıbaşında, TV’lerin canlı yayınlarında eline bağlama ve mikrofon alan “kendini bilmezler” bu inancın değerlerini birer eğlence vasıtası yapmayı maharet biliyorlar. Semâh, cem ibadetlerinde Hakk’ın temsilcisi ve yaşayan Mürşitlerin/Dedelerin cemâline karşı dönülür, bir tabutun etrafında asla dönülemez. Bilinmelidir ki: “Hakk’a Yürüme Erkânı” ile “Hakk’a ilahi musiki ve vecd ile varmak” aynı şeyler değildir! Kafelerde semâha duranlar (!), Dedenin gülbank vermediği ve dolaysıyla da dualamadığı bir eylem ibadetten sayılabilir mi? Bu hâl öyle bir hal aldı ki toplumun birçok kesimindeki bilinçsizlik adeta üniversitelere de sirayet etmeye başladı. Akademik açılış törenlerinde bile artık semâhlar dönülür (!) oldu, ne adına Alevilik adına! Peki, bir üniversitenin açılış töreninde sahneye çıkıp ulu orta namaz kılsak, bu kıldığımız namazı nasıl izah edeceğiz? Sormazlar mı; “Namaz sahnelenen bir şey midir, yoksa ibadet midir” diye? Emin olun böyle bir şey olsa ülkemizde kıyametler koparılır… Peki, namaz için duyduğumuz “hassasiyet” neden semâhlar için gösterilmiyor? Buradan tarihe kaydolsun diye yeniden haykırıyorum ki semâh bir ibadet biçimidir ve folklorik olarak görülemez! Cem meydanında âşk hâline bürünen her canın döneceği bu ibadetin ne protolü olur ne protokole karşı dönüşü… Ne de semâhın kadrolu bir ekibi olur… Hazreti Hakk; şu gülbangın hakikatine erişmeyi de nasip etsin:
Semâhlar saf ola, günahlar affola... Döndüğünüz çark-ı pervâzlar HAKK için ola, SEYİR için olmaya...
Âşıkların sırrına ve Gerçeklerin demine: HÜ diyelim HÜ!..
Metin içinde kullandığımız kaynak: Necdet Subaşı (2003). “Anadolu Aleviliği Üzerine”. Kayseri: Bilimnâme Dergisi. S. I, ss. 175-195.