Ne dedik gün oldu umutlandık, gün oldu "yeis"e kapıldık, “ben küçemi özledim” kitabımız şu ana kadar okuduklarınızın dışındaki bütün söyleşileriyle "umutlandığımız" günlerin yazdırdıklarıyla oluştu.

Ancak gün geldi Diyarbekir "sur içi" binlerce yıllık geçmişinin içinde görmediği günleri gördü, küçelerine "hendek"ler kazıldı, mermiler değil, "top"lar, "bomba"lar patladı, içinde yaşayan insanlar evlerini, barklarını "göç" ederek terörden "nasibini" ziyadesiyle alırken, üzerine titremeye mecbur olduğumuz "kutsal yapıları" ya yakıldı, ya ağır darbeler aldı.

Dört ayaklı minarenin ayakları altında onun korunmasını isteyen bir kişi "Tahir Elçi" kendi canını koruyamadı, "kurşunlu Cami" ise yangın sonrası sadece dört duvar ve bir kubbeden ibaret kaldı, iç mekanını "alevler" sararken izledik televizyonlardan ve biz bunları izlerken yüreğimizi Diyarbekir surları gibi sarıp çevreleyen "yeis"imiz katmerleşti.

Yetmedi inşa tarihi bilinmeyen tarih ötesi diyebileceğimiz ve Diyarbekir'e beşinci harem dedirten "Ulu Cami" bile kurşunlardan nasibini aldı, o canım duvarlarında büyük iz'ler bıraktı kendisine sıkılan kurşunlar.

Şair Nabi. “bir şehr-i Stanbul ki mülki bahadr/her sengine bir Acem mülkü fedadır” bu sözleri "mısra"laştırdığı zamanlarda İstanbul'da "ikiz kule"ler yoktu, modern "AVM'ler", "site şehirler" "asma köprü"ler, "marmaray"lar, "uluslararası hava alanları" "metro"lar, metrobüsler, akıllı otobüs durakları, "kanal İstanbul"lar projelendirilmemişti, hızlı trenler ve daha bir çok modern yapılanmalar akılların kenarından bile geçmiyordu, yani maddi bir zenginlik söz konusu değildi İstanbul'da, peki öyleyse ne vardı ki İstanbul'da, bir taşına bir acem mülkü feda edilebiliyordu?

Denizini ve onun getirisi olan (tabii) güzelliği bir tarafa bırakırsak sorunun cevabını şöyle verebiliriz: İstanbul'da "Mimar Sinan" ve daha başka usta mimarların eliyle yapılmış camiler Sultanahmet, Fatih, Mihrimah Sultan misali mabetler vardı, hanlar, hamamlar, anıtlar vardı, çoğu yıkılmış olsa bile surlar vardı, tarih ötesinden gelen "ayasofya" vardı.

Semt olarak Üsküdar, Eyüp, Kadıköy misali tarihi yerleşim alanları, kısaca "manevi" zenginlik ve "canlı tarih" vardı ve bütün bu var'ları düşünüyordu şair "İstanbul şehrini mülk-i baha" olarak değerlendirip "her sengine bir acem mülkini feda etmek" için, aslında o şair, adını misal olarak andığımız bazı semtleri ve bu tarihi yapıları oluşturan taşları belki kast ediyordu ama, esas İstanbul'a "manevi" zenginlik kazandıran "Sahabe-i Kiram"dan "Eba Eyyübü'l-Ensari (r.a.) hazretlerini ve onun gibi diğer Sahabe-i Kiramı, Allah ve Peygamber dostları "evliya"ların "medfun" bulunduğu türbeler yani "manevi zenginliği" kast ediyordu

Şiirin yazıldığı günden bugüne denebilir ki o şair hayatta olsa idi, yine aynı görüşünü dile getirirdi, yeni yapılanmaları umursamazdı, zira bu yeni yapılanmalar dünyanın bir çok ülkesinde ve şehirlerinde görülebilen yapılanmalardır, hiç birisi koca bir acem mülkünü kapsayabilecek kadar "değer"li değildir, meramımız iyi anlaşılsın diye sözü uzattık ve uzattığmız o sözü "Diyarbekir"e, (Diyarbakır'a değil) dolayısıyla "sur içi"ne getirmek istedik.

Söyleşimizin devamını bir sonrakine bırakara meramımız tam anlaşılsın istiyoruz.

UNUTMA : MASKE – MESAFE VE DUA

(*) Ben küçemi özledim

Selam ve dua ile