Nezevanun - 10/10 Philosophy kaynaklarından yararlanarak yazdığım bu yazımı sizlerle paylaşmak istedim
Alman din adamı Dietrich Bonhoeffer, öncelikle Almanya ve sonrasında tüm dünya tarihinin belki de en karanlık dönemine tanıklık etti. Tarihin gördüğü en kanlı diktatörlerden biri olan Hitler, her diktatör gibi, önce kendi insanlarına ve başlattığı İkinci Dünya Savaş’ıyla tüm insanlığa yıkım ve ölüm getirmişti. Nazi Almanya’sının 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı, yaklaşık 80 milyon kişinin ölümüne yol açmıştı. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan bu savaş boyunca askerî personelden daha çok sivil hayatını kaybetmişti.
Karanlıkların hâkim olduğu dönemlerde, masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog olan Dietrich Bonhoeffer bu zalimliğe yüksek sesle itiraz etti ve bu sebeple hapse atıldı. Hapisteyken papaz bu konu üzerine uzun uzun düşündü. Sayısız filozof, şair, fikir adamı ve bilim adamı çıkaran bu kültür, nasıl organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti? Şairler ve düşünürlerden oluşan ülkesinin, nasıl olup da bir korkaklar, düzenbazlar ve suçlular topluluğuna dönüştüğünü düşünmeye başladı. Nihayetinde çok önemli bir sonuca ulaştı. Sorunun kökeninin kötülük değil, aptallık olduğu sonucuna vardı.
İlahiyatçı Dietrich Bonhoeffer bu vahşetlere neden olan zalimliklere itiraz etti. Özgürlükçü kişiliği ve entelektüel bakış açısıyla Nazilerin iktidara geldiği andan itibaren onların politikalarına ve dolayısıyla antisemitizme karşı mücadele vermiştir.
Bonhoeffer, “Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor” dedi. Hapisteyken yazdığı mektuplarda aptallığın yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu fark etti. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı belge, düşünüş ve kanıtlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündür.
Organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki ediyordu. Mantıklı gerekçelerinizi önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler. Aptal insanlar hallerinden memnundurlar. Saldırıya da hazır haldedirler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler...
Bonhoeffer, aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zekâ problemi değildi, ahlaki bir problemdi.
Entelektüel birikimi olduğu halde, aptal olan insanlar vardı. İlk etapta aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülür, fakat bu da yanlıştı. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı.
Aslında yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu sonucuna vardı. Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir ilgileşim vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu.
Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşan bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz. Büyülenmiş gibiydiler, kötülük yaptıklarının farkında değillerdi... Ne yaptıklarının farkında bile değillerdi, kullanıldıklarını ve kötülük yaptıklarını onlara anlatarak bir yere varamıyordunuz. Onları uykudan uyandırmanın tek yolu bağımsız-özgür olmalarını sağlamaktı.
9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer’i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler. Alman ilahiyatçı ve düşünür idam edilmeden hemen önce yanı başındaki gardiyana son sözlerini söyledi: “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz.” Bonhoeffer kaleme aldığı notlarında şöyle söyler: “Eylem bir düşünceden değil, sorumluluk almaya hazır olma durumundan ortaya çıkar. Ahlaki bir toplumun en büyük sınavı, çocuklarına nasıl bir dünya bıraktığıdır.”
Tüm bu olgu ve olaylar ölçeğinde; insanlığın sorunu zekâ geriliği mi, ahlaki bozukluk mu, Aptallık mı, aptallığı farkında olamamak mı? Yoksa da unutkanlık mı?
Farklı bir bakış acısı ve gündemle 24.06. 2024 P.tesi tarihli yazımızda buluşmak ümidiyle…
Saygılarımla…