Alamut[1] ve Hasan Sabbah[2] denince akla; Cennet bahçesi, huriler, haşhaş ve uyuşturucu, fedailer ve önemli kişilere düzenledikleri suikastlar ilk sıralarda gelir. Şu veya bu şekilde okuma alışkanlığı olan kime sorarsanız Amin Maalouf’un “Semerkant’ını” veya Vladımır Bartol’un “Fedailerin Kalesi Alamut” romanlarından en az birini okumuşlardır. Günümüzde bir çok kişi için Alamut; Hasan Sabbah adlı bir kurnaz kişinin intikam hırsı ile cennet, haşhaş ve hurilerden oluşan üçlemeyi kullanarak önemli kişilere düzenlenen suikastlarla son bulan hikayesidir. O nedenle kime Alamut’u sorarsanız söze, cennet bahçesinde geçen haşhaş ve hurilerin hikayesini anlatmayla başlar ve fedailerin acımasız cinayetleriyle devam ederler. Bu romansı anlatımlar tarihsel gerçeklilikmiş gibi size sunulur ve birçok kişide bu gizemli hikayeleri heyecanla anlatmaya bayılırlar.

Benimde Alamut ve Hasan Sabbah hakkında ilk okumalarım yukarda adını zikrettiğim iki romanla başladı ve ardından Farhad Daftary’ın “İsmaililer’i; İsmail Kaygusuz’un “Hasan Sabbah ve Alamut’u”; Bernard Lewis’in “Alamut Kalesi ve Hasan Sabbah’ı” ile devam etti. Bu okumalarımda gördüm ki; Alamut kalesi ile ilgili coğrafi tanımlama konusunda romancılar ve tarihçiler aynı şeyleri yazmalarına rağmen, Hasan Sabbah ile ilgili ortak bir fikre sahip olmadıkları, hatta çok sayıda bir birine zıt farklı görüşler ileri sürdüklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Belki de tarihte ilk kez bir kişi hakkında bu kadar iki zıt tanımlama yapılmıştır.

Kimine göre O hain bir teröristtir.

Kimine göre ise bir kahraman.

Kimi onun insanları idealleri için kullanan uyanık bir lider olduğu düşüncesinde.

Kimi de İslam’dan sapmış bir mülhit[3].

Kimine göre Kerbela’nın intikamını alan Muhtar[4] hareketinin siyasallaşmış hali.

Kimine göre de İslam’ın düşmanı azılı bir terörist.

Kimine göre ise, Ehlibeytin[5] Adalet anlayışına sahip; Adalet, Eşitlik, Özgürlük savaşçısı.

Kimine göre de zalime başkaldırmış mazlumun bir temsilcisi…

Her neyse,

Hakkında çok sayıda makale ve kitap yazılan Hasan Sabbah ve onun hüküm sürdüğü Alamut kalesinde geçen/geçtiği iddia edilen hikayeler, zihnimde bu yerleri görmem konusunda dayanılmaz bir istek oluşturdu. Oraları görme arzusu sonunda durdurulamaz bir hal alınca, nihayet harekete geçme zamanının geldiğini, hatta geçtiğini düşünmeye başladım.

Alamut’a gidecektim.

Hasan Sabbah hakkında konuşan herkesin dilinde düşürmediği şu cennet bahçelerinin kalıntılarını, fedailerin Selçukluya karşı direndiği, Moğollara ise bir hile sonucu teslim edilen; O, muhteşem kalenin kalıntılarını üzerinden yıllar geçmişte olsa da görmeliydim.

Ve sonunda Alamut kalesini görmek için İran’a gitmeye karar verdim.

Gezi için öncelikle farsça bilen birine ihtiyacım vardı sevgili dostum arkadaşım Sadık Gökgöz bu işi için tamda biçilmiş kaftandı. Ona fikrimi daha önceden açmıştım uygun bir zaman ayarla seninle seve seve gelirim demişti.

17 Kasım 2018 tarihinde Sadık’la birlikte önce İstanbul’a sonrasında gece süren yolculuğun ardından saat 02.00 gibi Tahran İmam Humeyni hava alanına indik. Tahran’da İnkılap oteline yerleştik.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı henüz yapmıştık ki, Sadık’ın daha önce düzenlediği gezilerden dolayı tanıdığı Mesut, yanında Miktad adlı bir taksi şoförüyle çıka geldi. Kısa bir sohbetin ardında havanın iyi olması nedeniyle Alamut gezisine hemen başlayalım fikri hepimizin ortak fikri oldu.

Ben, Sadık, Mesut ve kaptan şoförümüz Miktad ile birlikte Kazvin’e doğru yola çıktık. İki saatlik bir yolculuğun ardından Kazvin’e girmeden Alamut yoluna saptık bir süre gittikten sonra karşımıza Alamut 6 Km yazan bir tabela çıktı geldik diyerekten aracımızı durdurup tabelanın önünde fotoğraflar çektik. Sonra yola koyulduk bir süre sonra o tabelanın orada bir yerleşimi ifade ettiğini bizim Alamut Kalesinin çok uzakta olduğunu öğrendik. Yol boyunca yaptığımız sohbetler daha önce Alamut’a gitmemiş olan kaptanımız Miktad ve yol arkadaşımız Mesut’u da heyecanlandırıyor.

Zor bir coğrafyadan geçerek Alamut kalesine doğru yol aldık. Sonunda kale beli belirsiz karşımızda göründü. Kalenin hemen eteklerinde yer alan köye girdiğimizde kalenin kalıntıları tamda karşımızdaydı.

Kale köyün kuzeyinde doksan derece diklikte yükselen büyükçe bir kaya kütlesinin üzerinde yer alıyordu. Arabayı kaleye çıkan yolun başında park edip, kaleye giden yolda yayan ilerlemeye başlıyoruz. Bir müddet fazla dik olmayan rahat denebilecek yoldan ilerleyerek kaya kütlesinin kuzey yamacına geliyoruz. Burada bizi dar ve bayağı dik bir merdiven dizisi bekliyordu. Bu merdivenlerden iki kişinin yan yana yürümesi imkansız gibiydi. Bizlerde tek sıra çıkmaya başladık. Önde Sadık ardından Mesut ve en geriden ben merdivenleri bir bir çıktık. Henüz merdivenlerin yarısına gelmemiştik ki nefeslerimiz kesildi. Soluk alış verişlerimiz arttı. Anlaşılan antrenmansızlığın cezasını çekiyorduk.

Kıvrılarak dik bir açıyla yukarı çıkan merdivenlerin sonuna geldiğimizde, aslında bu çıkışın bizim ilk etabımız olduğunu anlamamız gecikmedi. Kısa bir düzlükten sonra iniş bölümünün olduğu merdivenlerden bir miktar indikten sonra tekrar tırmanışa geçiyoruz. Bu etap ilk etaba göre fazla dik olmamasına rağmen uzunca bir merdiven dizisi. Kaç adet merdiven çıktık bilmiyorum ama bugüne kadar bir defada çıktığım en uzun merdiven olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İlk etap çıkışın ardından biraz dinlendik soluk alışverişlerimiz normale döndü. Yavaş yavaş iniş etabına geçtiğimizde Mesut Farsça bir şarkı söyledi. Bizim uzun hava diye tanımlayabileceğimiz müzik, dağın yaratığı ekoyla tanımlamayacak güzellikteydi. Mesut Tebrizli bir Azeri, bizimle Anadolu Türkçesi konuşuyor. Dada önce katıldığım Tebriz gezisinde Mesut’un babasıyla tanıştığımızı Alamut’un merdivenlerini tırmanırken öğreniyorum. Bu hem Mesut’u hem de beni mutlu ediyor. Babası Şehriyar’ın[6] mezarını ziyaret ettiğimizde şairin “Heyder Babaya Selam” şiirini bize okuyan kişiymiş. Şu işe bak ne tesadüf diye sesli düşünüyorum.

Uzunca bir yürüyüşün ardından alt kalenin girişine geliyoruz. Buraya sonradan bir kapı yerleştirilmiş sanırım girişi kontrol etmek için yapılmış. Bizi alt kalede bir yetkili karşılıyor kaleyi gezen kimse olmadığından bizimle ilgileniyor. Sadık Farsça Hasan Sabbah hakkında bize bilgi verir misin diye sorunca yetkili başlıyor anlatmaya. Anlattıkları bana yabancı değil hemen hemen hepsi Farhad Daftary’in İsmaililer adlı kitabında veya Bernard Lewis’in Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah adlı kitabında rahatlıkla bulacağımız bilgilerden oluşuyor.

Yetkili kişinin, Hasan Sabbah ile ilgili bir tanımlaması ki burada yazmayacağım Sadık’ın neşesini yerine getirmeye yetiyor. Gezi boyunca heyecanını gizlemeyen arkadaşım bu açıklamayla iyiden iyiye keyifleniyor, “Kurban olurum sana dedem” diyerekten kaleyi o aşkla geziyor.

Yetkili kişi bizi üst kale bölümüne alarak güney tarafından yer alan gözetleme kulesi olarak kullanılan alana getiriyor. Kalenin bu yanı köyünde içinde olduğu genişçe bir düzlüğe bakıyor. O devirlerde Hasan Sabbah bu alanda çok sayıda şifalı bitki yetiştiriyormuş. Bu bitkiler tedavi amaçlı kullanılıyormuş. Yetkili o dönem burada açık ameliyatların yapıldığını söylüyor, şaşırıyoruz.

Kalenin güneye yamacında hiçbir insanın o günkü koşullarda bu bölümden kaleye çıkması mümkün görünmüyor. Bu bölümdeki gözetleme terası sanırım daha çok düzlükteki hareketliliği gözetlemek için kullanılmış. Bu dik yamacın surlarla birleşiminin birkaç metre alt tarafından kayalara oyulmuş su sarnıcı, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala sağlam görünüyor.

Buradan kalenin diğer bölümlerine geçiyoruz. Tahılların saklandığı zemine kazılmış depoların ağzı kimseler içine girmesin diye kapıyla kapatılmış. Yetkili alt tarafta dört odanın olduğunu söylüyor. Kale yapısı içi içe odalardan oluşuyor. Kale görevlisi hayvanları bağladıkları ağıllar, askerlerin kaldığı odalar la ilgili bilgiler veriyor bize. Kalenin en uç bölümünde birkaç odadan oluşan bir yapının duvar kalıntıları belirgin bir şekilde görülüyor. Kalede geriye kalanlar doğa koşullarının yol açacağı tahribatı önlemek için üzerleri kapatılmış.

Kalenin iç kısımlarını oluşturan bölümler tuğla ve taş ile örülerek yapılmış. Tuğlalar o kadar sağlam ki, yetkili sağlamlığını bize göstermek için bir birine vuruyor. Kalede sütunları oluşturmak için özel kalıpla tuğlalar üretilmiş; altı veya yedi tuğla yan yana getirip örüldüğünde oval sütunlar kendiliğinden oluşuyor.

Yetkili kişiye, Hasan Sabbah’ın 34 yıl boyunca hiç ayrılmadan kaldığı romanlardan geçen kule biçimindeki binanın nerede olduğunu soruyoruz. Oda bize o konuda bir bilgilerinin olmadığını buna yönelik her hangi bir bulguya ulaşamadıklarının söylüyor. Öylede olsa ben kalenin batı ucunda yer alan kalıntıların Hasan Sabbah’ın kaldığı kule biçimindeki binaya ait olabileceğini düşünüyorum.

Kale kalıntısında anlıyoruz ki, kale bir biriyle bağlantılı iç içe geçmiş yapılardan oluşmuş. Yapılar kaya kütlesinin her yanını kapladığından alanda gözle görülen bir düzlük yok. Buda bize cennet bahçesi hikayesinin uydurmadan öte bir şey olmadığını göstermeye yetiyor.

Kaleyi üsten incelediğimizde, güneyi genişçe bir düzlüğe bakıyor. Kale bu düzlüğün bittiği yerde yükselen dik kayanın üzerinde yer alıyor. Bu kesim her türlü ulaşımın imkansız olduğu bir diklikte. Kuzeyinde ise derince bir vadi yer alıyor. Kaleye tek ulaşımın olduğu bu bölümde ise ancak bir atlının veya iki yayanın yan yana yürüyebileceği bir patika mevcut. Zamanla buraya çıkılan yolun tahrip olduğu düşünülse bile, geçmişte en fazla bir atlı arabanın hareket edebileceği bir yol olabilir. Bu bölümden de askeri bir kuşatma yapmak neredeyse imkansız gibi. Doğu ve batı kesimleri ise dik uçurumdan oluşuyor bu bölümlerde o günkü koşullarda kuşatma yapmayı bırakın insanın çıkması bile düşünülemez.

Alamut tarihini biraz incelediğimizde birçok saldırıya karşı koyabilmesinde ki en önemli faktörün insan sayısıyla ilgili olmadığı, kalenin üzerine yapıldığı fiziki durumun olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dönemin ve bölgenin en güçlü imparatorluğu olan Selçuklular kaleye defalarca seferler düzenlemişler, aylarca kuşatmışlar bir türlü kaleyi ele geçirmemişler. Yine Moğollar uzun kuşatmalarına rağmen başarılı olamayınca, o günlerde kalede olan ünlü alim Nasîrüddin Tûsî’nin[7] araya girerek Rükneddin Hürşah’ı[8] teslim olması konusunda ikna ettiği bir çok tarihçi tarafından günümüzde iddia edilmektedir.

Kale teslim olduktan sonra yıkılmış ünlü kütüphanesi yakılmış. Kütüphanedeki kitaplar günlerce yanmış. O dönem Moğollarla birlikte hareket eden tarihçi Alaeddin Ata Melik Cüveyni[9]kütüphane yakılmadan önce izin alarak kütüphanedeki birkaç kuran yazmasını almış diğer kitapları İsmaillilerin sapkın düşüncelerini anlattıkları gerekçesiyle yakılmasını teşvik ederek, İsmailli tarihi ve onlarla ilgili birçok bilginin yok olmasını sağlamıştır. İsmailli düşmanı olan Cüveyni daha sonra yazdıklarıyla tarih boyunca bu topluluk hakkında yanlış kanıların oluşmasına yol açmıştır.

Günümüzde İsmailliler ile ilgili yazılan olumsuzlukların beslendiği kaynak tarihçi Cüveyni ve Marco Polo’nun yazdıklarıdır. Marco Polo[10] hiç görmediği bu yer hakkında İslam’ın cennet tasvirini o gün Alamut’ta yapılan bir bahçe sanıp gizemli bir biçimde yazmış, ardından gelen edebiyatçılarda bu anlatımı süsleyerek Avrupa halkına sunmuşlardır. Öyle ki günümüzde böyle bir bahçenin Alamut’ta olmadığı tarihçiler ve arkeologlar tarafından yapılan kazılarla kanıtlanmış olmasına rağmen bu hikayenin yer aldığı kitaplar insanlar tarafından çekici bulunup alınmakta. Cüveyni’ni yazdıkları ise tamamen mezhepsel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bu yazının ana konusu tarihsel gerçeklilikle ilgili olmadığı için fazlada detaya girmeden geçeceğim.

Kale görevlisinin gün birazdan kararacak kaleden iniş tehlikeli olabilir uyarısıyla Alamut’ta ayrılma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Görevliyle vedalaşıp merdivenleri tek tek iniyoruz. Alamut düzlüğüne indiğimizde gün yerini akşama terk ederken biz Alamut kalesini gerimizde bırakarak Kazvin’e doğru yola koyuluyoruz.
Bir not: Bu arada “Hasan Sabbah’ın Fedaisi Tahir” adlı çalışmamı 2019’un sonlarında yayınlamayı planlıyorum.

[1] Alamût Kalesi, ya da Elemût – Belde’t-ûl’İkbâl; Elemûtlar Nizârî Bâtınî-İsmâ‘îl’îyye Devleti’nin yönetim merkezi konumunda olan ve Hazar Denizi’nin güney tarafında, Kazvin şehri sınırları içerisinde yer alan bir kaledir. Kelime mânâsı olarak “Kartal Yuvası” anlamına gelmektedir. Cüstaniler kralı Veşudan İbn-i Cüstan tarafından inşa ettirilmiştir.Kelimenin mânâsı “Aluh āmū[kh]t” (“Kartalın Öğretisi” ya da “Cezalandırma Yuvası”) anlamlarına gelmektedir. Ebced hesabına göre ise “Elemût” Hicrî 483 yılına tekâbül etmektedir, ki bu sayı kalenin Hassan-ı Sabbah tarafından zapt edildiği yıla karşılık gelmektedir.

[2] Hasan Sabbah (d. 1050’ler – ö. 12 Haziran 1124), İslam’ın İsmaililik mezhebine dayalı olarak kurduğu Nizariler tarikatı ile tanınan bir Orta Çağ lideridir.

Farklı bir dini ekole dayalı üst düzey dini bilgi birikimine ve otoriter bir liderlik karakterine sahip olduğu bilinen Hasan Sabbah kurduğu tarikatın suikasta dayanan farklı askeri taktikleri ve 34 yıl boyunca dışına çıkmadan yaşadığı Elemût Kalesi ile tanınmaktadır

[3] kafir

[4] Ebû İshâk Muhtâr b. Ebî Ubeyd b. Mes‘ûd es-Sekafî (ö. 67/687) Hz. Hüseyin’in intikamını almak amacıyla ayaklanan siyasî-dinî lider.

[5] Ehlibeyt Hz. Muhammed’in ailesi demek. Bu aile Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır.

[6] 20. yüzyıl Tebrizli Azeri şair. En ünlü şiirlerinden biri Turkçe olarak kaleme aldığı Heyder babaya selam adli destansı şiiridir.

[7] 1201 ile 1274 yıllarında yaşamış Fars bilim insanı ve İslam filozofu. Söz konusu dönem, Moğol istilası sebebiyle Bağdad’da, bir yandan karanlık bir dönem bir yandan da önemli düşünce okullarının kurulduğu ve İslam bilim kurumlarının açıldığı bir dönem oldu. Nasîrüddin Tûsî de bu dönemde yetişmiş Şiî dünyasının tanınmış bir bilgesi olmuştur.

[8] 1255-1257 yılları arasında Alamut Kalesinin yöneten ve Moğolların saldırısı sonrası kaleyi Moğollara teslim eden hükümdar.

[9] Farslı bir Moğol tarihçisi. Moğol İmparatorluğu hesabına Tarih-i Cihan ismindeki kitabı yazmıştır. 1256 yılı Kasım ayında sarp dağların tepesinde bulunan Alamut Kalesi’nin fethinde Hülagû Han’nın yanında bulunmuş, Hasan Sabbah’ın ünlü Kütüphanesinde 70 yıldır toplanan binlerce kitaplardan, Kur’ân-ı Kerîmler dışında İsmailiyye mezhebinin usul ve fururuna dair tüm kitapları ateşe vermiştir.

[10] 1254-1324 tarihleri arasında yaşayan Venedik asıllı gezgin ve kaşif