Şeyhlikten Şahlığa doğru yolculukta Türkmenlerin rolü
Mürşid-i Kamil Şeyh İsmail’in yedi kişi ile başlattığı hurucu Türkmenler arasında hızla yayıldı. Kızılbaş toplulukları Hz. Ali’nin, İsmail donunda zuhur ettiğini yeni kurtarıcı Mehdi olduğu inancıyla onu ilahlaştırdılar. Mürşid-i Kamil’in emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak, onun hurucuna katılmak, uğruna savaşmak ve ölmek Kızılbaşlar için kutsal bir görev sayılıyordu. Şeyhlerinin hurucuna katılmak için akın akın yolara düşen Kızılbaş Türkmenler, çeşitli zorlukları ve baskıları aşarak ona ulaşmaya başladılar yedi kişiyle yola çıkılan hareket kısa sürede binleri buldu. Türkmen gruplar Şeyhlerinin öncülüğünde önce Erdebil’e geldiler, burada bir müddet kaldılar, üzerlerindeki baskılar artınca henüz güçlerinin yeterli olmadığını düşünerek Erdebil’den ayrılıp Mermi köyüne gittiler. Talışlı Mirza Muhammed çeşitli vaatlerle şeyhin üzerine gönderilmesine rağmen o Mermi Köyü’ne gelip İsmail’e bağlılığını bildirdi. (Rumlu, 1979)
İsmail ve Türkmenler’in yürüyüşü Dokuz Ulam’a vardığında Bayburtlu aşiretinden Karaca İlyas kendisine bağlı Rumlu sufilerle gelip bağlılığını bildirdi. Rumlular o güne kadar İsmail’e bağlılığını bildiren en büyük gruptu. Karaca İlyas’ın bağlılığı Kızılbaş gruplar arasında hızla karşılık buldu, İsmail’e katılım hızlandı. Bu arada Meteş Kalesinden, Karaca İlyas ile gelen Kızılbaşlara saldırı haberi gelince, kale kuşatıldı ve kısa sürede alındı, direnenler öldürüldü. Kendilerine karşı koyanların sonunun böyle olacağı mesajını da vermiş oldular.
İsmail ve beraberindekiler uzunca bir yürüyüş sonunda Erzincan’a ulaştı. Buradan Bingöl yaylalarında bulunan Ustaclu Türkmenleri’nden Fethoğlu Hamza Bey’in yanına gitti. “Ertesi sabah Hamza Bey’den haber alan bütün aşiret mensupları, aksakallılar, kadınlar ve çocuklar Şah’ı karşılamaya çıktılar. Tıpkı Ensar’ın Hz. Muhammed’i Medine’ye götürdüğü gibi ayak vurarak ve şarkılar (Deyişler) söyleyerek kavimlerinin içine götürdüler.” (Şirazi, 1991). İsmail’e burada Ustaclulardan başka, Şamlu, Avşar, Tekelü, Varsak, Dulkadir, Kaçar, ve Karacadağ sufilerinden 7 bin kişi katıldı. (Rumlu, 1979).
İsmail ve etrafında yer alan Türkmen reisler bu yürüyüşleri ile beklediklerinin üzerinden destek almışlardı. Artık sıra Ehlibeyt soyunda gelen Mürşid-i Kamil Şah İsmail’in devlet kurma zamanıydı.
Kızılbaş Türkmenlerce Şah-ı Merdan Alinin don değiştirmiş bir şekli ve Mehdi olarak görülen Şah İsmail, yedi büyük Türk oymağına mensup müritlerinden oluşan ordusuyla (Yaman, 2012) Safevi Devlet’ini kurmak için yola çıkma vakti çoktan gelmişti. İsmail için karar verme zamanıydı.
Kızılbaş ordusu orta büyüklükte bir güce erişince İsmail, Türkmen reislerle hangi yöne sefere çıkılması gerektiği yönünde müzakere etti. İsmail’in kafasında dedesi Şeyh Cüneyd ve babası Şeyh Haydar’ın ölümüne sebep olan Şirvanşahlar ile kardeşi Sultan Ali’yi öldüren kendisini altı yıl boyunca ölüm tehdidi altında yaşatan Akkoyunlular vardı. Reisler ortak bir fikre sahip değillerdi bir kısmı Diyarbakır üzerine bir kısmı da Gürcistan üzerine sefere çıkmak istiyordu. İçlerinden bazı beyler ise biraz daha güçlenmek gerektiği fikrindeydi.
İsmail yapılan müzakerenin sonunda o gece istişareye yatacağını ve On İki İmam’dan alacağı ilham ile ertesi sabah sefer yerini söyleyeceğini bildirdi. (Gündüz, 2018) İsmail ertesi gün kararını vermişti Şirvan şahlar üzerine yürünecekti. Tarih yaprakları 1500 yılını gösterdiğinde Şirvanşahlar üzerine sefere çıkıldı. Sefer sırasında Gürcistan üzerine Hulefe Bey’i akına gönderdi. Hulefe Bey yüklüce bir ganimetle döndü. Aykutoğlu İlyas Bey’de Menteş kalesini ele geçirdi. (Kumi, 1971) Bu başarılar Kızılbaşların moralini epeyce yükseltti.
Şirvanşahlar ile Türkmenler’den oluşan Kızılbaş Ordusu Şamahı yakınlarında Cebani mevkiinde karşı karşıya geldi. Safevi kaynaklarının bildirdiğine göre Kızılbaşlar 7 bin kişi, Şirvanşahlar ise 20 bin’i süvari olmak üzere 26 bin kişiden oluşuyordu. Kızılbaş ordusunun sağında Şamlular, solunda Ustaclular yer alıyordu. Dulkadirliler, Tekelüler ve Rumlular ise İsmail ile beraber merkezde bulunuyordu. (Gündüz, 2018)
Günün sonunda savaşı Kızılbaşlar kazandı Şirvanşah Ferruh Yesar öldürüldü. Ülkesi Kızılbaşların kontrolüne geçti. Böylece Şeyh Haydar’ın intikamı alınmış oldu.
Ele geçirilen ganimetler Kızılbaşlar arasında pay edildi. Bu etrafta duyulunca İsmail’e katılım daha da arttı. Bir yıl sonra Bakü ele geçirildi ve böylece Şeyh Cüneyd’in de intikamı alınmış oldu.
Kızılbaşlar bu kez yönlerini Tebriz’e çevirdiler, buna neden olan ise Şeyhlerinin gördüğü rüyaydı. İsmail o gece rüyasında On İki İmamlardan birini gördü. İmam ona Azerbaycan’a yönelmesini söyledi. Tarihçilere göre ise daha önceden İsmail’in hizmetine giren Akkoyunlu veziri Emir Zekeriya-i Tebrizi-Kececi’nin telkinleri sonucu Azerbaycan’a yönelmişlerdi.
Kızılbaşlardan oluşan 7 bin kişilik ordusuyla İsmail Şurur’a gelip Akkoyunlu hükümdarı Elvend’ın 30 bin kişilik ordusu karşısında saf tuttu. İsmail’in ordusu Şirvan seferinde yer alan Kızılbaş reisleri bu savaşta da aynı düzen içinde meydana çıkmışlardı. Denk olmayan kuvvetlerin tutuştuğu savaşta Kızılbaşlar Elvend’in ordusuna ağır bir mağlubiyet yaşattılar. Elvend savaş meydanında kaçıp Erzincan üzerinden Diyarbakır’a döndü. Bu zafer ile Tebriz yolu tamamen İsmail’e açılmış oldu.
Zafer sonrası İsmail ve Kızılbaşlar, yönünü Tebriz’e çevirdiler birkaç gün sonrada 12 bin Kızılbaş Tebriz’e girdi. Tebriz’in ileri gelenleri onu karşılayıp bağlılıklarını bildirdiler. (Rumlu, 1979)
İsmail burada taç giyip Şah unvanını aldı.
Türkmenlerin, Erdebil Tekkesi’ne bağlılığıyla başlayan Şeyh Cüneyd ile siyasal bir eğilime dönüşen, Şeyh Haydar’ın 12 dilimli kızıl börk giydirerek Kızılbaş adı altında siyasal görünüm kazandırılan Kızılbaş Türkmenler’in iktidar arayışları Şah İsmail ile meyvesini verdi. Erdebil tekkesi ile baştan beri iyi ilişkiler içinde olan Türkmen reisleri Şeyh Cüneyd ile birlikte tekkenin içinde görünür oldular ve siyasallaşma sürecinde aktif rol aldılar. Öyle ki bu reisler tekkenin şeyhleri üzerinde oluşturdukları dinamik mücadeleci anlayışla adeta onları Alisoylu bir devlet kurmaya teşvik ettiler. Bu mücadeleleri Hz Ali’nin don değiştirmiş hali, Mehdi olarak görülen Şah İsmail ile zirveye çıktı ve sonunda yer yüzünde adaleti sağlamak adına Mürşid-i Kamil liderleri önderliğinde Safevi Devleti’ni kurmayı başardılar.
Safevi Devletinin oluşumu ve Şii eğilime yönelme
Şah İsmail’in askeri gücünü Kızılbaşlar oluşturuyorlardı “Ancak bu askeri Kızılbaş Türkmen aristokrasisi, kabile inanç ve değer ölçülerini belirleyen ekonomik ilişkilerin dışına henüz çıkamamış; kent toplumu şöyle dursun, tam yerleşik toplum bilincine sahip değildi.” (Kaygusuz) Böyle olmakla birlikte Kızılbaşlar, Mürşid-i Kâmil önderleri için gözlerini kırpmadan ölüme gidiyorlar, inançları uğruna canlarını feda etmekten çekinmiyorlardı. Hal böyle olmakla birlikte bunların devlet yönetimiyle ilgili en ufak bir deneyimleri yoktu. Öte yandan tekeden devletleşmeye geçen süreçte görev alan halifeler, dede/babalar inançsal anlamda toplumu idare etmenin dışında devlet kademelerinde yer almak veya yönetimi konusunda hiçbir deneyime sahip değillerdi. Bu yeni kurulan devlet için ciddi bir sorun oluşturmaktaydı.
Şah İsmail, Safevi Devleti’nin ilanından sona Zekeriya’yı vezaret makamına getirdi. Akkoyunlu Sarayında yetişmiş deneyimli bir devlet adamını idarenin başına getirmiş oldu. Gilan’da kendisine Kuran hocalığı yapan Mevlâna Şemseddin Gilani’yi en yüksek dini otoriteyi temsil eden “Saderet Makamının” başına getirdi. Topraklarındaki dini vakıfların ve tarikatların kontrolünü tek bir elde birleştirdi. Daha sonra bu makam Safevi Devleti’nin Şiileşmesinde önemli rol üstlendi. “Emirü’l-ümeralık ise Lala Hüseyin Bey ve Dede Abdal Bey’e verildi. Rumlu Div Ali’ye sultan unvanı verilerek emirliğe yükseltildi. Karamanlu Bayram Bey ise Şah İsmail’in kız kardeşiyle evlendirildi.” (Kubad, 2001). Bu atamaların yanı sıra Safevfi Devleti’nin birçok kurumu Akkoyunlar’dan alındı ve devlet şekillendirildi.
Şah İsmail, Safevi Devleti’nin kurumlarının başına atamaları yaptıktan sonra on yıl içinde Kızılbaş Ordusuyla bütün İran’ı kontrol altına aldı. Artık imparatorluğu Ceyhun’dan Bağdat’a kadar uzanıyordu. İran coğrafyası uzun bir aradan sonra ilk kez tek bir devlet tarafından yönetilir oldu.
Şah İsmail, önceden düşünmüş olacak ki Tebriz’e girdikten sonra ilk iş olarak devletin resmi dini olarak Şiiliği ilan edeceğini emirleri ile müzakere etti. Onlar Tebriz’in ahalisinin çoğunluğunun Sünni olduğunu kabul etmeyeceğini söylemelerine rağmen ertesi gün Cuma Camisi minberine Mevlâna Ahmed-i Erdebili’yi çıkartı ve On İki İmamlar adına hutbe okuttu. Ezanın, “Eşhedü enne Aliyyün Veliyullah” şeklinde okunmasını, ilk üç halife Ebubekir, Ömer, Osman’ın kötü bir şekilde anılmasını emretti.” (Yaman, 2012). On İki İmam Şiiliğini ya da ona karşılık gelen Şiiliği toplumun tüm kesimlerine dayattı.
Şah İsmail İran’da hakimiyetini sağladığı süreç boyunca bu coğrafyada yaşayan Şiilerden hiçbir biçimde destek görmemesine rağmen Safevi Devleti’nin oluşumuyla birlikte baskı altında olan bu gruplar özgürce inançlarını yaşamaya başladılar. İran’da Şii ulema sınıfı yeterince olmadığından dolayı Safeviler On İki İmamcı ilim merkezlerinden; Necef, Bahreyn ve Güney Lübnan’daki Cebeliamil’den ilahiyatçı ve fakih davet ettiler. Bu davete icabet eden ulema yerel ulemayla birlikte Şiiliğin temelini oluşturan birçok eseri telif ettiler ve İran’da Şiiliğin gelişmesine katkı sundular. On İki İmamcı ulemanın arasında en başta gelen alim, Cebeliamil’deki Bekaa Vadisi’nde dünyaya gelen ve Muhakkık-ı Sani olarak tanınan Şeyh Ali el-Kereki el-Amili’ydi (ö.1534) Şah 1.Tahmasb, Şeyh el-Kereki’yi “müçtehitlerin sonuncusu” (hatemü’l-müctehidin), hatta “İmamın vekili” (naib-i imam) ilan etti ve ülkesinde On İki İmamcı Şiiliğin yayılmasına göz kulak olmakla görevlendirdi. (Daftary, 2016).
Dinsel vakıfların yönetiminde ve ülkenin her yanında Şii İslam’ın yayılmasında ve koordinasyonunda sorumlu Sadr makamı yaratıldı. Yine On İki İmamcı Şiiliğin yerleşik öğretilerini yayacak ve aşırı düşünceleri kontrol altında tutacak İmami fakih sınıfının eğitimini de teşvik ettiler.
“Şah I. Abbas (1587-1629) zamanında, Safevilerin, ilahi otorite ya da gaybeti sırasında Mehdi’yi temsil etme iddiaları hızla sönerken, Kızılbaşlar İran’daki etkilerini yitirmiş ve tarikatlar neredeyse yok olmuştu. Varlığını sürdüren birkaç tarikat küçülüp yerelliğe hapsolurken, Nimetullahiye faaliyetlerini Hindistan’a kaydırdı; sufi ile mülhid sözcükleri eş anlama gelmişti.” (Daftary, 2016)
(Yazının Devamı Yarın)