Osmanlı devleti zamanında adalete fazla önem verilir ve sistemin temelinin adalet olduğuna inanılırdı. Bu yüzden kadılar bağımsız olarak görev yaparlardı. Kadının hükmü olmadan kimse cezalandırılamadığı gibi, vergi toplanması, tahrir yapılması gibi tasarruflar da kadının bilgisi olmadan geçekleştirilemezdi. Padişahlar bile mahkemelere ve kadılara karışamazdı. Mahkemeler gerektiğinde padişah karşısında halkın haklarını korurdu.
Bu konuyla ilgili şöyle bir hadise ile devam etmek istiyorum;
İstanbul’un fethinden sonra mahkûmları serbest bırakan Fatih Sultan Mehmed Han’ın huzuruna, zindandan çıkmak isteyen iki papaz getirilir. Bunlar Konstantin’e adil ve hakka riayetli olmasını söylediklerinden zindana atılmış, sonra da “böyle adaletsiz bir dünyada içerisi dışarısından daha rahat” diye hapisten çıkmamaya yemin eden keşişlermiş. Fatih Sultan Mehmed Han, dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etmiş:
“O halde sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimizi geziniz. Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz hemen gelip bana bildiriniz. Ve sizde evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hayata küsmekte haklı olduğunuzu ispat edersiniz” demiş.
Kendileri için gayet cazip gelen bu teklifi hemen kabul eden iki papaz, padişahtan aldıkları hususi bir teskere ile Müslümanların idaresinde olan şehir ve kasabaları gezmeye başlamışlar. Gezdikleri yerlerde çok mühim hadiselere şahit olmuşlar. Bu arada Müslümanların eski başşehri olan bursa2ya uğrayarak şöyle bir davaya şahit olmuşlar.
Bir Müslüman, bir Yahudi’den at satın almış, ancak hiçbir kusuru yok diye satılan at, meğer şiddetli hastaymış. Nitekim satın alan Müslüman’ın ahırına girdiği ilk akşam atın hasta olduğu belli olmuş. Müslüman sabah erkenden Bursa kadısına gelmiş, fakat kadı halen dairesinde yokmuş; bir müddet bekleyen davacı, kadının geleceğinden ümidini kestiği için bırakıp gitmiş. İkinci akşam ise at ahırda ölmüş. Duruma atın ölümünden sonra vakıf olan Bursa kadısı.
“İlk geldiğinizde makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade ettirir, paranızı alırdım. Mademki, atın elinizde ölmesine benim vazife başında bulunmayışım sebep oldu, ziyana girmeniz benim yüzümden olduğu için iade edemediğiniz ata ödediğiniz parayı ben veriyorum” diyerek meseleyi halletmiş.
Bütün bu olayları seyreden papazlar, birkaç hadiselere daha tanık olduktan sonra; hemen İstanbul’a gelmişler.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın huzuruna çıkan papazlara Sultan: “Ne gördünüz anlatın” demiş. Papazlar: Bursa’da bir Müslüman kadısı gördük. Hiç kimse mecbur etmediği halde, kendi cebinde çıkarıp, sağ iken iade edilmemesine sebep olduğu atın parasını ödedi. İznik’te de iki Müslüman’ın birbirlerinin hakkını almış olmaktan korktuklarına şahit olduk. Bütün bunlar, kadılarınızda, onlara dava hallettiren Müslümanlardaki din kuvvetini, Allah korkusunu gösteren ve Müslümanlardan başka hiç kimsede görülmeyen çok ibretli hadiselerdir. Bundan sonra biz karar verdik. Artık zindana girmeyeceğiz çünkü sizde böyle adalet tatbik edildikçe, sizden olmayan Hıristiyan papazların dahi zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz” demişler.
Kısacası; Osmanlı mahkemeleri davalarda zengin fakir, güçlü zayıf, Müslüman Gayrimüslim ayrımı yapmazdı. Kişini statüsüne ve itibarına bakılmazdı. Bir Gayrimüslim Müslüman’a karşı rahatça dava açabildiği gibi, haklı olması durumunda da dinine bakılmaksızın mahkeme kararıyla hakkını alırdı…