Söz, bir nehirden alır ömrümüzü, açık bir denize sürükler sesimizi…
Kim betimler uzun yılların acısını, yaz kaçağı gölgemizi…
Söğüt ağacının gölgesi bir şarkıya sarıldı, kelimeler üşüştü çeşmeye, kuşlar içti gölgeden ve sudan…
Sara, gölgeye ilk levhayı asmadan önce, yadigâr heybesindeki defterinin ilk sayfasına şu satırları yazdı:
“Yazmaya, düşünmeye ilham veren, soluk aldıran kelimeler arıyorum, gecenin teninde. El fenerimi büyük annemden aldım, düşümü eski zaman ozanlarından. Biraz Şarkın bilgeliği, biraz güzelin masalı ve biraz da uzun yolculukların seyir defterinden ödünç aldım kelimeleri…”
Kendi gölgesine yaslandı:
“Her mevsime ve her yüze bir levha yazdım. Bir ayna gibi önce kendime tuttum, sonra düşlerimi betimledim, eski dostlarla siyah beyaz kelimeler paylaştım. Her biri, bir heybe söz bıraktı bu duvarın dibine. Hepsinde Şark’ın şarkısı, uzun havanın kısa yazgısı var…”
İlk levhayı hazırladı ve duvara astı…
“Duvar yazıları”, hayatın sokaktan konuşmasıdır, sokağın hikâyesidir.
İhtiyar Baykuş, pencereden uzu uzun baktı. Gagasındaki kelimeleri çınar ağcının dallarına astı. Kelimelerin gölgeleri yola düştü ve yolda geçenlerin kelimelerine karıştı.
Sonra her gölge, kendi hikâyesini aramaya başladı.
Hepimizin gölgeleri ve hikâyeleri vardır. Şarkılar, türküler, sesler bir birine sarılır ve bizleri anlatmaya çalışır. Bir şehrin sokağı, bir bahçenin çınarı, bir gecenin yıldızını boynumuzda taşırız. Boynumuzda ömrümüzün ağırlığı, sırtımızda “iyi” nin yükü.