Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıyan Çoban Müzesi, Yeşilyurt’un eski cezaevinden dönüştürülen Gedik Kültür Merkezi içinde yer alır. Malatya Yeşilyurt Belediyesi kültürümüzün bu renkli unsurunun yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması amacıyla oldukça değerli bir adım atarak Yeşilyurt Çoban Müzesi’ni kurmuştur.
Hayvancılığın ve yayla kültürünün önemli bir yere sahip olduğu Malatya’nın çoban ve köy hayatına, hayvancılığa ait nesnelerin sergilendiği müzede iki yüz yıla yakın geçmişi olan kepeneklerden çoban kavalına, sabandan çoban köpeği tasmalarına, çanlardan kırkım makaslarına kadar yüzlerce materyal ziyaretçilerin beğenisine sunulmaktadır. Ayrıca yörede çobanlar ve çobanlık ile ilgili birçok söylence anlatılmaktadır. Bu söylencelerden adı “Çoban ve Gelin” olan efsane şöyledir: Vaktiyle köyün birinde kimsesiz dul bir kadın tek oğluyla yaşamaktadır. Oğlan, ağanın birine çoban durur. Çoban bir gün dağda davar otlatırken kar, yağmur, tipi başlar. Savruntuda hayvanlardan zayiat vermemek için yörede bulunan kayanın bağrındaki mağaraya sürüyü toplar. Karın ve tipinin dinmesini bekler. Bu sırada atın üstünde bir kadının yaklaştığını görür. Atlı da kayadaki mağaraya sığınmaya gelir. Çoban atın üstündeki genç hanımın kıyafetine, atın süslerine bakarak onun gelin olduğunu anlar. Çoban, kadının yanına gider, “Gelin hanım sen kimsin, nereden geliyorsun?” diye sorar. Çoban düğün alayının nerede olduğunu anlamaya çalışır. Gelin konuşmaya utanır. Çobanın ısrarı üzerine gelin, hiçbir şey bilmediğini, tipi başladıktan bir süre sonra atın hızlandığını, kendisinin de düşmemek için atın yelesine tutunup boynuna sarıldığını, düğün alayının nerede kaldığını bilmediğini söyler. Kendisinin buralara yabancı olduğunu anlatır. Çoban gelini sürünün bulunduğu mağaraya götürür. “Sen burada dur. Ben düğün alayındaki diğer insanları bulup geleyim,” der. Gelinin atına binip geldiği yöne doğru izleri takip ederek yola koyulur. Tipi ve savruntu atın geldiği yerdeki izleri kapatmıştır. Ne kadar ararsa arasın kimseyi bulamaz, geri döner. Artık akşam karanlığı basmış, tipi de iyice artmıştır. Köye varıp haber verme imkânı da yoktur. Yörede yaşayan çobanların yağışlı günlerde ateş yakabilmek için sakladıkları kuru ot ve odunları kuytu yerlerden çıkararak ısınacakları bir ocak tutuşturur.
Çoban sırtındaki keçesini üşüyen geline verir. Ocağın sönmemesi için çevreden biraz daha odun toplar. Koyunların nefesi ve ocağın yanmasıyla mağara ısınır. Sabaha doğru odunlar yanıp biter. Keçesini gelinin üstüne örten çoban üşümeye başlar. Gelin de çobanın üşüdüğünü fark eder. Çobana, keçeyi kendi üstüne örtmesini söyler. Çoban kabul etmez. Ortalık aydınlanmaya başladığında soğuk daha da artar. Hayatta kalabilmek için her ikisi de keçenin altına girmek zorunda kalırlar. Çoban asasını gelin ile kendi arasına koyar. Böylelikle ikisi birlikte sabaha sağ çıkmayı başarırlar. Gün doğduktan sonra köylüler gece köye dönmeyen çobanı ve sürüyü aramaya çıkarlar. Bu sırada köyde çobanın anası feryat figan ağıt yakmaktadır. Çoban ata bindirdiği gelini yanına alıp sürüyü köye doğru sürer. Bir süre sonra kendisini ve sürüyü aramaya çıkan köylülerle karşılaşır. Çoban köye vardıktan sonra başına toplananlara yaşadıklarını anlatır. Çobanın anası ağlamayı bırakıp halay çekmeye başlar. “Kurban olam tipiye, gelin kendi sürdü atı geldi kapıya,” der. Aradan zaman geçer. Düğün alayından haber alınmaz. Hepsinin donarak öldüğü çevrede duyulur. Köylü, damadın da donarak öldüğünü öğrenince gelini çobana vermek ister. Geline, “Çobana varmak ister misin?” diye sorarlar. Gelin, “Kendisine can borcum var. Fırsatı varken bana elini sürmeyen bu yiğide varmak isterim,” der. Köyde adetlere, törelere göre düğün dernek kurulur, davul zurna çalınır. Yeniden düğün alayı düzenlenir. Gelini çobanın evine indirirler. Halk arasında bu olaydan sonra, “Gelin binmiş ata, kimse bilmez kısmet kime?” ve “Gelin ata binmiş, ya kısmet demiş,” sözleri yayılır.