Bu yaşa gelinceye dek çok büyük badirelerden geçtik çocukluk devri dedik hayatı çelik-çomak oynamaktan ibaret sandık, sonra “gençlik” günlerimiz oldu yaptığımız hataları, işlediğimiz günahları büyüklerimizin “gençtir, cahildir ilerde tövbe eder” sözüne kanarak hoyratça harcadık, sonra yaşımız “kemale” ermeye başladı ve “kırkıncı” yaşın arifesinde canımıza uyandık; “içimizden birileri, sakın gülme ha dedi ve ekledi, dök gözden incileri yalvar Allah’a” Mevlüt MERGEN dedi. Kırka ayak bastığımızda öğrendik içimizde taşıdığımız iki düşmanın yanında bir de dostumuzun da olduğunu, düşmanlarımız kendi öz nefsimiz ve insanın en eski düşmanı İblis, dostumuz ise “kalbimiz”o ki düşman bize yanlışı salık verirken dostumuz ise dostça konuşarak: “yak gönül kandllini/kes yalandan dilini/haramdan çek elini/Batma günaha dedi” ve öğütlerine devam ediyordu: “Günahına pişman ol/ Öz nefsine düşman ol/İyilikte umman ol/Düşmana ikraha dedi” Kolay mı öyle hayattan elini çekmek, nefsimizin ve iblisin vesveselerine kulak vermemek böylece öz nefsimize düşman olmak? Oysa Rabbimiz bizi nefsimizle mücadele edelim diye bir imtihandan geçelim için yaratmış, insanın bu yaşa yani kırk yaşına gelince kafası “hak” taşına değermiş, işte o içimizdeki dost yani kalbimizi şeyle demektedir:
“Hayat bu gelir geçer/İnsan burada yol seçer/Kanun bu gelen göçer/ yürü felaha dedi” Ne kadar da doğru değil mi, insanın bu yaşlarda anasını, babasını kaybetmesi, onları kendi elleriyle götürüp toprağa teslim etmesi ve arkalarından baka kalması, günün birinde kendisinin de aynı akıbete uğrayacağını idrak etmesi ve şu gerçeği görmesi: “Yıllar geride kaldı/Senden çok şeyler aldı/ Yaşadığın masaldı/Gelmez bir daha dedi” Fırsat kuşu elden uçmaya başlamıştır, şu gerçeği dile getirmek istemektedir: “her açan gül solacak/Dal yapraksız kalacak/Ecel kuşu konacak/Fakire şaha dedi” İnsan belli bir yaşa gelinceye kadar etrafında ölenleri gördüğünde: “onlar öldüler” ölüm artık bana gelmez” diye boş bir hayalin peşindedir, ama bilemez ki: “Döner dolaşır devran/Kapına gelir kervan/ Sakın sorma ne zaman/akşam sabaha dedi” insan gerçeği gördükten sonradır ki içinde bir “hasret” dağının büyümeye başladığı fark eder, o hasret sevdiklerini anasını, babasını toprağa teslim ettiği günlerde diline düşen “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” ayetinin manasına erdiğinde başlamıştır da kendisi henüz fark eder olmuştur. Evet insan “Allah’tan gelmiştir ve yine ona dönecektir” dönecektir de ne yüzle çıkacaktır O’nun huzuruna? İşlediği günahları insanlardan gizlemeyi başarsa bile Allah’tan gizleyebilir mi, inkarı mümkün değil, o zaman öte aleme gitmeden kapısında duran o kervanın akşam mı, sabah mı kendisine “haydi gel” çğrısı kulaklarına ermeden “tövbe Allah’ım tövbe!” demesi gerekir, tıpkı mahkemeye düşen bir suçlunun hakime.
“ben ettim sen etme hakim bey” demesi gibi, fark şuradadır ki hakimler ellerindeki yasaya göre hüküm verirler ama insanı yaratan Allah kulunun nedametini nazara alır ve ona acır, ihtimaldir onu af bile feder, yeter ki tövbesinde samimi olsun!.. ŞİİR VE HASBİHAL DİYOR İçimden birileri, Sakın gülme ha diyor. Dök gözden incileri, Yalvar Allah’a diyor. Yak gönül kandilini, Kes yalandan dilini, Haramdan çek elini, Batma günaha diyor. Günahına pişman ol, Öz nefsine düşman ol, İyilikte umman ol, Düşme ikraha diyor. Hayat bu, gelir geçer, İnsan burda yol seçer, Kanun bu, gelen göçer, Yürü felaha diyor. Yıllar geride kaldı, Senden çok şeyler aldı, Yaşadığın masaldı, Gelmez bir daha diyor. Her açan gül solacak, Dal yapraksız kalacak, Ecel kuşu konacak, Fakire, şaha diyor. Dolaşır döner devran, Kapına gelir kervan, Sakın sorma ne zaman, Akşam sabaha diyor! Diyarbekir, 26.04.2000