İnsanın evi neresi sizce? Doğup büyüdüğü şehir mi? Ailesinin yanı mı? Çalışıp para kazandığı şehir mi? Bu soruya birçok insan farklı cevaplar verebilir biliyorum.  Ama bana göre insanın belli bir evi yok. Hepimiz aslında evsiziz, biliyorum bu düşünce size çok garip geliyor. Daha açık konuşmak gerekirse ev dediğimiz şey insanın ruhu ve benliğidir. Eğer kaldığınız yerde ruhunuz mutlu ve iyi değilse nereye giderseniz gidin evde hissedemeyeceksiniz... 

Günlük hayatta o kadar çok yoğun ve karmaşık sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyoruz ki ruhumuzu dinlemeye fırsatımız bile olmuyor. Burada sizlere şunu yaparsanız iyi gelir gibi şeyler söylemeyi kendi açımdan doğru bulmuyorum. Sadece ruhunuzu ve içinizdeki sesi duymamazlıktan gelmeyin derim ben. Çünkü o ses sizi dipsiz bir kuyudan bile çıkarabilir.  

Bazen çok karışık bir durumda kalmışsınızdır veya her şey çok iyi giderken tepe taklak olmuştur. Kararsızsınızdır belki de... İşte o an ruhunuz size yol gösterebilir.  Hani derler ya kalp duygularıyla beyin mantığıyla hareket eder. Bence ruhumuz ikisinin tam ortasında kararlar alır. Bence hepimiz bir şeyleri yanlış yapmaktan veya hayatımızın tepetaklak olmasından korkuyoruz. Birazda bu yüzden de benliğimizin istediği şeyleri yapmaya cesaret edemiyoruz. Ya hayatın altı üstünden daha iyiyse.. Tıpkı Şems-i Tebrizi’nin şu satırlarda dediği gibi: 

 “Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”  

Yani bazen hayatın tepe taklak olması gerekir en güzel şeyler için. Hata yapmak gerekir. Yanlış kararlar almak gerekebilir. Yani gittiğiniz her yerde evinizdeymiş gibi hissetmek istiyorsanız biraz da ruhunuzun aldığı kararları yapmaya cesaret etmelisiniz.