Gazetedeki köşemde bugünkü konuğum Emekli Öğretmen Mustafa Kurt. Malatya’nın spor, sanat, kültür, sağlık, basın dünyasından değerlerini yazdığım gibi, bugün de eğitim dünyamızın değerlerinden emekli öğretmen Mustafa Kurt’u yazacağım. Yalnızca öğretmenliği ile değil, yazdığı güzel kitaplarla öne çıkmış olması, insani yönü, dostluk yönü, mesleğinde fark yaratan çalışmalarıyla öne çıkmış olmasından dolayı yazılmaya değer bir büyümdür, hem de meslektaşımdır Mustafa Kurt. Kendisini tanıyanların anılarını canlandırıp, tanımayanlara tanıtmış olacağım.

Lise öğrencisi olduğum yıllarda tanıdığım öğretmen Mustafa Kurt ile 1979 yılında meslektaş oldum. 7 yıl başka illerdeki görevimden sonra Malatya’daki ilk görev yerim Mustafa Kurt’un mahallesindeki Fevzi Çakmak İlkokulu olunca kendisini daha yakından tanıma olanağına kavuştum.

Yaşadığı zorluklar ve bu zorlu yaşamdan öğretmenliğe uzanan öyküsünü dinledim kendisinden. Daha sonra ilerleyen yıllarda yazdığı çok güzel iki kitabı okudum. İlk yazdığı ‘Bilek Güreşçisi’ kitabında birbirinden farklı öykülerle farklı konular çok güzel şekilde anlatılmış. ‘Bitmeyen Yasım’ ise oldukça etkileyici bir kitap. Tarihimizin çok önemli bir dönemi oldukça gerçekçi bir öyküyle anlatılmış. Balkanlar’dan Karaman’a göç eden ailenin yetim ve öksüz kalan biri kız, diğeri erkek iki çocuğunun Ankara’da yetiştirme yurduna yerleştirilmesiyle başlıyor öykü. ‘Alkış’ adındaki çocuğun Akçadağ Öğretmen Okuluna yerleşmesi, öğrencilik ve öğretmenlik hayatıyla Türkiye’nin bir dönemi anlatılıyor bu kitapta. Malatyalılar için de ayrı bir önemi var bu kitabın. 1960 lı yılların Malatya’sını delisiyle, velisiyle, çarşısıyla, pazarıyla, çocuk oyunlarıyla, halkın topyekûn yaşamını okuyucunun zihninde canlandırmasını sağlıyor.

1948 yılında çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Mustafa Kurt’un hayatı toprakla haşır neşir olmasını sağladı. Babasının çok küçük yaşta evlenmesi nedeniyle babasının askere gittiği zaman kendisi ilkokul 1. Sınıf öğrencisiymiş. Acemi er eğitimini Malatya İnderesi Kışlasında yapan babasını her gün görmeye gitmiş. Ta Çarmuzu’dan kalkıp yaya olarak İnderesi’ne gelişi ve eve dönüşü; usta birliğine dağıtım için Malatya Tren İstasyonuna askerlerin topluca yaya olarak gidişlerinde yaya kaldırımından onları takip etmesi çok hüzünlü bir yaşanmışlık öyküsü olmuş.

Kitaplarının ilk sayfasında kendisini şöyle tanıtıyor Mustafa Kurt. “Emekli ilkokul öğretmeniyim. 35 yıllık öğretmenlik hayatımın tamamını Malatya’mın okullarında yaptım. Öğretmenliğimin ilk yıllarında, yazma isteğimin doğrultusunda bir daktilo aldım. Başladım; anılarım başta olmak üzere hikâye, deneme, geçmişten günümüze gelen – gelmeyen kültürel mirasımızı, kentimizdeki olayları ve şahsiyetleri gözlemleyip yazmaya.” Sosyal medyada ekli olanların okuduğu bu güzel yazılarını ve daha nice öykülerini hazırlığına başladığı üçüncü kitabının yayınlanacağı günler yaklaşıyor. Malatya’nın kayısı, dut, gibi ürünleri işleyiş öyküleri gibi birçok öyküleri gibi Sarıkamış Şehitleri öyküsü gibi çeşitli paylaşımlarını okudum sosyal medyadaki hesaplarında. Bu güzel yazısını sayfasından alarak aktarıyorum buraya. Buyurun birlikte okuyalım.

“Anacığım, elini öpemeyeli, kaç bayram, kaç yıl olduğunu unuttum artık. Elime kınamı yakıp, asker ocağına yolladığın günden başkasını, sanki de unuttum. Ne var ki şu son Sarıkamış yitimimiz olmazsa, unutkanlığım sürecek, cepheden cepheye sürüklenişimizi hatırama alıp, askerliğimi sürdürecektim. Savaştığımız cephelerin adını sanını bile bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey, Vatan Toprağı, Bayrak ve Namus Uğruna savaştığımızdı. Bir cepheden, başka bir cephede savaşacağımız zaman, komutanlarımızın bizleri yüreklendirdiği konuşmalardan sonra, ya kazdığımız, ya da önceden kazılmış siperlere girip mevzi almak, arada bir de ya ileri, ya geriye hamleler yapıp, tüfeğimizdeki kurşunları düşman üzerine boşaltıyor olmamızdı.

Ama bir savaşsız günde, tek mermi harcamadan, sayılarının tespit bile edemediği bir askeri facia yaşadık. Anacığım, okuma yazmayı, uzun askerlik süresi içinde, öğrendim. Ama neye yarar, sizlere tek satırlık mektup yazmak kısmet olmadı. Ya kalem bulamıyor, ya kâğıt bulamıyorduk. Bunları bulsak gönderecek postayı bulamıyorduk. Şimdi ise sana, bir askeri hastanenin koğuşundan yazıyorum. Bir gün, at üzerinde bazı komutanlarımız, bizi yüreklendirmek için, nutuk iradettiler. Gene, Vatan, Bayrak ve Namus Uğruna savaşmak için yol alacağımızı, Hak kısmet ederse, düşmana hak ettiği yenilgiyi tattıracağımızdan söz ediyordu. Marş marş komutunu alınca, yürüyüşe geçtik. Çok geçmeden, bir dağa tırmanmaya başladığımızı anladım.

Daha yolun başında, üstümüzde elbise, ayağımızdaki postalların yetersiz olduğunu anlamıştık.

Yol bitmek bilmiyor, yağan kar şiddetini artırmış, tipi de göz gözü görmez kılmıştı. Önümüzde yürüyenlerin izleri saniyeler içinde kapanıyordu. Saatler ilerledikçe, yol almak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Ama o da ne, önümden giden tertiplerimin, kara çakıldıklarını ve kardan adama dönüşmüş olduğunu görüyordum. Kimi, kendinden önce gidenlerin bıraktığı çığıra düşmüş, arkasında gelenler, onlara yaslanıp, heykelleşmişti. Giderek benim de, ellerime üflemekten, nefesim tükeniyor, sırtımdaki, ihtiyaç malzemelerini taşıyamaz olmuştum. Sırtımdaki yükü, suyu donmuş mataramı ve namusumuz dediğimiz tüfeğimi, yavaş yavaş geride bırakmaya başladım. Tuttuğum çığırda benden önce yürüyenler tarafında tıkanınca, kendimi, çığırın dışına attım. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Önüme ilk çıkan tümseğe kendimi yasladım. Uyumamaya ne kadar gayret etimse, bunu başaramamışım.

Gözümü açtığımda, şimdi içinde bulunduğum hastane odasında, sargılar içindeydim ve kaybettiklerimin ne olduğunu bilmiyordum. Sargılar çözüldükçe, bir dizimin, dizkapağından aşağısının olmadığını, diğer ayağımın ayak parmaklarının olmadığını gördüm. Dehşetle, bağırıp, haykırdım. Sesime gelen, sağlık görevlisi: ''Asker, kendine gel! Yürüyenlerin en şanslılardan biri olduğumu'' söyledi. Sonraki günlerde, durumuma şükreder olmuştum. Allah-u Ekber Dağlarını aşamayan, 90.000 Vatan Evladının Şehit olup, daha çoğunun cenazelerinin kar altında olduğunu duydum.

Anacığım, sana yazdığım bu mektubu gönderebileceğimi sanmıyorum. Artık benim, askerde kalacağım da yok. Sanırım beni terhis ederler. Artık bu mektubu, köyüme, sizlere kavuştuğumda, kendi ellerimle sana vereceğim. Ellerinden öpüyorum, MEHMED'in (22.12.2020) Vatan, Bayrak ve Namus uğruna toprağa düşmüş tüm şehitlerimize Allah'tan Rahmet diliyorum. Mekânları Cennet olsun.”

Ortaokul ve liseli yıllarında çiftçi olan ailesine tümden yardım etmiş, hatta kendi sürülerinin çobanlığını yapmıştır. Bu günlerine ait çok ilginç çiftçilik anıları var. Bu anılarından birini kendisinden dinleyelim. “Bir gün yine, gübreyi tarla kesekleri arasına boşalttım. Torbayı alıp, eşeğe yöneldiğimde eşek, sırtındaki palanı, ağaca sırt vererek üzerinde atmıştı. Eşeği yakalayıp, palanını vurayım derken, eşeğin aklı mı diyeyim, yaramazlığı mı diyeyim, beni kendine yaklaştırmadı, kaçtı. Ben ağacın dibine sıyrılmış palanı sırtıma vurdum, eşeğe, şurada kavuşurum, burada kavuşurum diye peşine takıldım. Eşek, beni kendine yaklaştırmadı. Ağırlığı nerdeyse 6 - 7 kg. olan palanı taşımakta oldukça zorlanmıştım. Eşek, önüm sıra, bulduğu eşek dışkılarını koklayıp, burnunu havaya dikmesi görülecek şeydi. Bu hal üzerine eşek önde, arkasında ağlayarak onu takip eden ben, bir amcanın eşeği yakalamasıyla son bulmuştu.”

1968 yılında ilk olarak Pütürge’de vekil öğretmen olarak başladığı öğretmenlik hayatına 1995 yılında emekli olarak nokta koydu diyemiyorum. Çünkü emekliliğinden itibaren de birkaç yıl dershane öğretmeni olarak eğitim dünyasında var olmaya devam etti.

Tanımaktan dolayı kendimi çok şanslı gördüğüm Mustafa Kurt öğretmeni siz okuyucularıma da tanıtmak benim için çok önemliydi. Bir buçuk yıl önce değerli eşini kaybeden öğretmenimiz, doktor ve polis memuru olan iki evladı, gelinleri ve torunlarıyla birbirlerine yakın mahallede yaşamına devam etmektedir. Öğrencilerine ve hemşerilerine selamlarını iletmemi isteyen Mustafa Kurt öğretmenimize teşekkür ederek vedalaştık.